22 Ekim 2016 Cumartesi

Perilerin Şehri: Kapadokya


       Herkese güzel bir tatil gününden merhabalar... Biliyorum son yazdığım gönderiden bu yana baya bir  zaman geçti. Yazının konusu Kapadok'ya olacağı için eminim bu geçen sürede pek çok kere Kapadok'ya ya gidip gelinirdi. Ne desem bahane olacak... Ne desem geçmişi değiştirmeyecek... 

       Kapadokya'nın yeryüzü oluşumu bakımından çok dikkat çekici. Okula başladığım yıllardan beri adı hep vardı hayatımda. Hele Asmalı Konak dizisini seyredince... İple çekerdik dizinin yayınlandığı günü. Sınavlarımızla aynı güne denk geldiğinde bile diziyi seyrederdik. Bize o gün derslerle ilgili soru sorduklarında ne ödevimiz vardı ne de sınavımız :) Yer, konu, karakterler çok  güzel bir ahenk yakalamıştı... Hele konak o kadar güzeldi ki... Tabi o günlerde Kapadokya'ya gitmek düşüncesi yoktu. Hayallerimde bile gitmek düşüncesi yoktu...

      Aradan yıllar geçtikçe Asmalı Konakla atılan merak tohumu belgesellerle, diziler filmler resimlerle büyüdü büyüdü sonunda son bir kaç yıldır gimeliyim diyipte gidemediğim yer olarak kaldı. Hele Tolga Çevik ve Ezgi Mola'nın oynadığı Patron Mutlu Son İstiyor'undan sonra kesinlikle gitmeliyim dedim. Hiçbir filme 3 kere para veripte gittiğimi hatırlamıyorum. :) Hala da TV'de gördüğümde oturup seyrederim.  

       Sonunda önceki yazılarımda  bahsettiğim arkadaş grubumla gitmek nasip oldu. Yolda hep şunu düşündüm. Hani Ülkemiz 7 ayrı bölgeye ayrılıyor ya nasıl sınıflandırmışlar. Tamam yeryüzü şekillerine, iklimine, yükseltisine göre ama yine de çok ilginç geliyor. Hele girişte ilk oluşumları görünce daha çok ilginç geldi. Sanki farklı bir gezegene gelmiş gibiydim.

       ilk uğradığımız Devrent Vadisi idi. Burda biraz gezme vaktimiz oldu. Ben bu oluşumların nasıl oyulup ta eve dönüştürüldüğünü hep merak etmiştim. Acaba oymak çok yorucu bir iş mi diye. İlk arabadan indiğimde koşa koşa bir peri bacasının dibine gittim. Serçe parmağımla hafiften oluşuma dokundum. Hatta azıcık ovayım dedim. Baktım ki kolayca dökülüyor. Bu oyma işinde ne varmış bende yaparım dedim. Sonra geziden geldikten sonra araştırdım. İbrahim BAŞTUTAN (Gamiaru Cave Hotel) 'ın bir röportajına denk geldim. "Oteldeki taş oymaları öğrenip kendim yaptım. Beş yılda altı oda açabildim." Okuduklarıma inanamadım. Düşünsenize bir 3+1'i herhalde bir 4 yıl sürer. :) Hasbinallah yaparım dediğim işe bak... :)) 

                      

       Burda gezerken meşhur deve şeklindeki meşhur peri bacasını gördüm. Sonra bir baska yöne baktım fok mu  desem yunus  mu desem bilemedim... Sonra sonra baktım ki diğer oluşumlar da bir şeylere benzemeye başladı. Hayaller görmeye başladım. :) Hakikatten Devrent, hayaller vadisiydi. 

         İnternette bir araşatırayım dedim. Sadece ben miyim böyle hayaller gören diye ;) Hayal görenler arasında çok bilinenleri sizinle paylaşmak istedim. :)

       1704 yılında Fransa Kıralı XIV Louis tarafından görevlendirilen Paul Lucas Peribacalarını "Kukuletalı rahipler"e, üzerlerinde taş olanlarıda "kucağında çocuk İsa'yı tutan  Meryem Ana'ya" benzetmiş...

          Ainsworth bu oluşumları "fantastik bir şekilde kuşa, arslana, timsaha yada balığa benzediğini " söylemiş... 

      Hele bulduğum bir başka ilginç bir bilgi onu da ekleyeyim. Fransız bir gezgin 1800 yıllarında buraya gelmiş ve gördüklerinin resimlerini çizerek bir sayahatname hazırlamış. Bu seyahaname yayınlandığında insanlar onunla dalga geçmiş, hayal gördüğünü düşünmüşler...

        Ben W.S.Hamilton'un söylemiş olduğu "Kelimeler bu olağanüstü yerin görüntüsünü anlatmaya yeterli değildir" sözüne sonuna kadar daha ilk durağımızda katılıyorum. 

        Bunlar eskilerin ne söyledikleri ile ilgiliydi. Şimdikileri ne söylediklerini yazmak istemiyorum. Zaman herşeyi değiştirdiği gibi yaşam şeklini değiştirdiği gibi düşünme şeklini de değiştirmiş. Ne demişler "Dervişin fikri neyse zikri de o olur"muş...

      Benim en çok merak ettiğim diğer bir konu ise bu yerin adını neden Kapakdokya koymuşlar. Mesela neden bu bacalarla ilgili bir isim koymamışlar. Kapadokya'nın anlamı güzel atlar ülkesiymiş. Meğer bu isim At yetiştiriciliği ile meşhur Hitit Tabal Krallığından sonra buraya hakim olan Persler tarafından Katpatuka'dan geliyormuş. Tabi ki şimdilerde yok. Şimdi aklıma Timurun fillerinde içinde bulunduğu ordusunu Ankara ovasındaki ormanlık alana saklamış olduğu geldi. Neden acaba?... 



        Her yer gerçekten çok etkileyici idi. Ama en çok 1985 yılında Dünya Miras Listesine alınan Göreme Milli Parkı ve Kapadokya Kayalık Sitler alanı etkiledi. Havanın tam gezilecek bir hava olması da etkisi de var tabii. İlk girişte ücret ödeniyor. Aynı zamanda burda Müze Kart satışı da yapılıyor. Ben Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi olduğum için 20 TL'ye aldım (2016 yılı için). Normal Müze Kart 40 TL idi. 40 TL de olsa yine alırdım. Daha geziyi bitirmeden kendini amorti ediyor. Ve bu Kartı 1 yıl boyunca kullanabiliyorsunuz.   Ben gezerken sıcak havaları çok sevmem. Ter, su ihtiyacı vb. sebeplerden. Neden  bu konuya atladım. Her mevsimde çok güzel olduğu söylenen Kapadokya bence bahar aylarında gezilmeye daha müsait. Doğanın sunduğu bu güzelliklere insanların oyarak güzelleştirdikleri bu yer ortalama bir gezgin için parkın içindeki yollar çok güzel yapılmış. Fakat çok sıcak havalarda gidilecekse suyunuzu yanınızda götürmeniz gerekiyor.


       Buralarda gezerken kendimi buralara ışınlanmış gibi şimdiki zamana rağmen farklı bir zamanın insanı gibi hissetim. Bu modern yollar ise buraya tesadüfen ışınlanılmadığını, sürekli ışınlanmanın bir yolunun bulunmuş olduğunu düşündürttü. Bu yüzden önümde muhteşem bir ortam. 


Arkamı dönüyorum muhteşem bir manzara. (Sübhanallah)



       Nihayet evimin yolunu buldum dermişim. :) Sanki şimdi annem camdan bakıp elini sallayarak "ayşe gel yemek hazır" diyecek gibi.

       Aslında buralarda dolaşırken annemin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Düşünsenize Trabzon gibi bir yerde daha okula bile gitmeyen çocuğunuz kaçıyor tarlalardan ormanlardan tek başına anneannesine gidiyor. Ya da köyde herhangi bir akrabanıza gidiyor. Hatta ve hatta mısır tarlalarında uyuyor. Sizin haberiniz yok. Telefon yok.  Sonra bir bakmışsınız gelmiş. Hele buralarda olsaydım herhalde benden ümitlerini keserlerdi. Herbir mağarayı arayana kadar kimbilir ne kadar zaman geçerdi. :) O kadar yaramazdım. 

       Annem benim. Rabbim meleklerinden bir tanesinin kanatlarını koparmış dünyaya göndermiş o da yetmezmiş gibi bir de benim kadar yaramaz çocuk vermiş. :) Annelerin hakkı ödenmez...

       Bazı yerlerde fotoğraf çekilmesine izin veriliyor. Bende bir kaç tane çektim. Aynı yerin üstteki flaşsız hali alttaki ise flaşla çektiğim fotoğrafı. İkisi de birbirinden güzel diyemeyeceğim. Üstteki kesinlikle çok daha güzel... :)



       Buralarda en çok göze çarpan yerler kiliseler, yemekhaneler ve mezarlıklar göze çarpıyor. Mesela alttaki ki gibi açık mezar çok vardı. Burdaki kiliseleri gezerken içimden insanlar yemişler (Sadece Göreme Açık Hava Müzesinde 11 tane yemekhane varmış), ibadet etmişler sonra da ölmüşler geçti. Ama dışarı çıktığında her tarafın oyulmuş olduğunu görüyorsun. Yani adamlar yemişler, OYMUŞLAR, OYMUŞLAR, süslemişler (çok güzel freskler vardı kiliselerin içinde. üstelik renklendirmeler de harika) ibadet etmişler, çoğalmışlar ve ölmüşler.


       Burası yemekhaneleriymiş. Benim en çok hayran kaldığım şey İNSAN ZEKASI. Ne muhteşem bir nimet (Sübhanallah) sonrasında ise Mimari Zeka. Masa var sandalye var. Daha ne olsun. Üstelik el yapımı oyma...

      Burası triplex'tir. Ne kadar yıl almıştır. oyması..Çoook güzeldi. Rabbim sebep olanlardan binlerce kez razı olsun. Şimdilik bu kadar... Kendinize iyi bakın. Hoşçakalın..

29 Ağustos 2016 Pazartesi


Hacı Bektaş Veli

Muhabetle açan gülü, Aşkla dermek isterim
Yaşıyorken dostlarım görüp, sevmek isterim
Dünya ahiret kaygusun, içerimden çıkarıp
Gölümü dost lisanına ağız yapmak isterim
                 Hacı Bektaş Veli


Mayıs ayında Antalya-Side Gezisi ve Canten Kaya Semineri'nde bahsettiğim arkadaş grubumun yönetimi üyelerine özel maddi tarafına kısmen bizimde katılacağımız bir gezi düzenleme kararı aldı. Nereye gideceğimize kendimiz karar verecektik. Bizde bir toplantı ayarladık. Herkesin fikrini söyleyebileceği. Sosyal medyada anket yaptık. Sonuç Nevşehir Gezisi çıktı. Tur şirketleri ile konuşuldu. Bende tur işleri ilgilenen bir arkadaşımla konuştum. Bir fiyat aldım. Oldukça iyi bir fiyattı. Yönetime söyledim. Yeterince güven vermemişim ki yönetim kurulu tarafından anlaşılan bir turla gidilmesine karar verildiğini duydum. Üzüldüm. Arkadaşıma başka bir turla anlaşıldığını nasıl söyleyecektim. Gidene kadar söyleyemedim. Nevşehir'e giderken yolda hala kafamda ya bir yerlerde denk gelirsek nasıl söyleyeceğim diye o kadar rahatsız oldum ki beynim sürekli bununla ilgileniyor, ilgilendikçe yoruluyor bir uyuyor bir uyanıyordum. Zaten Gece 11:00 de yola çıktık. Yani zaman olarak uyumaya oldukça müsait. Ama uykularımı bölen bu konu olmasa hemen uyurdum. Sabah güneş doğarken bir yerlerde mola verdik ve ben o arkadaşımı gördüm. Hemen kızkardeşime
- Baksana o Levent değil mi?
-Hangisi?
-Şu derken hemen görüş alanımızdan çıktı. Hay Allah kabus mu görüyorum derken kardeşimin bakmadığı bir anda yine onu gördüm. Allah'ım nelere kadirsin derken içimdeki merakı yenebilmek için Whatsup'tan kendisine mesaj attım. Ama korka korka. Sabahın köründe ya o değilse. Ne diyecektim?...  "Nasılsın? İyi misin" derken "Ne yapıyorsun?" diye sordum kendisine o da "Nevşehire gidiyorum" dedi. "Neredesiniz" dedim. "İşte Nevşehire 10 dk'lık yerdeyiz" dedi. Sonra o sordu. "Sen ne yapıyorsun?" diye... Bende hem şaşkınlık hem sevinçle "Bende Nevşehir'e gidiyorum 10 dk'lık yolumuz kaldı" dedim. "Yoksa aynı grupla mı gidiyoruz?" diye sordu. Bende "Sanırım evet" dedim. "Kusura bakma!" dedim. "Ne önemi var" dedi. Arkadaş yönünden Rabb'ime binlerce kez Hamd olsun. İyileri karşıma çıkarıyor.  "Nasıl bari kaça anlaştınız" dedim. Bana söylediği fiyatın 100 TL fazlasına... Onun açısından da benim açımdan da iyi oldu. Benim ödediğim fiyat ise İktisatta bir söz  var ödemeye razı olunan fiyat diye... Benim ki de o hesap ödemeye razı olduğum bir fiyattı.  Üzerimden koca bir yük kalktı. Gezi sırasında ya da daha sonra yönetime konulmuş parası ödenmiş olduğundan herhangi bir şey söylemedim. Sonradan gelen pişmanlığın bir faydası olmazdı.

        Bu gezimiz iki gün bir gece sürdü. İlk durağımız Nevşehir'in Hacıbektaş İlçesindeki Hacı Bektaş-i Veli Türbesi ve Müzesi idi. Aslında ikisi de içiçe idi. Girişte ilk karşımıza Hacı Bektaş Veli'nin 'İncisende incitme' sözü ve bu heykeli çıktı.



       Hacı Bektaş-i Veli'nin ayaklarının yanındaki güvercinle heykelini yapmışlar. Bu öylesine güzellik katsın diye yapılmış bir güvercin motifi değildi tabii... Aşık Paşa tarafından yazılan Vilayetnameye göre, Hacı Bektaş-i Veli; Rum erenlerinin Anadolu'ya gelmesinin engellemeleri üzerine güvercin suretine bürünerek Nevşehir/Sulucakarahöyük'e gelir. Yine aynı kaynakta olduğu söylenen (ben sonradan kaynağının Vilayetname olduğunu öğrendim.) bununla ilgili bir hikayesi var benim çok hoşuma giden 
Sulucakarahöyük'e geldiğini öğrenen Rum erenleri Hacı Bektaş-i Veliyi engellemek için aralarında karar alıp Hacı Doğrul'u görevlendirirler. Hacı Doğrul Şahin suretine bürünerek Sulucakarahöyük'te bir taş üzerinde duran güvercin suretinde olan Hacı Bektaş-i Veli'yi bulur. Tam üzerine doğru süzülürken Hacı Bektaş-i Veli insan suretine döner ve şahin suretinde olan Hacı Doğrul'u tutup boğazını sıkar. Aklı başından giden Hacı Doğrul kendine geldiğinde Hacı Bektaşi Veli'den özür diler. Hacı Bektaş-i Veli'ye "Kem bizden, kerem sizdendir"der. Hacı Bektaş-i Veli ise "Ey Doğrul, er, erin üzerine böyle gelmez. Siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında. Eğer güvercinden daha mazlum bir yaratık bulsaydık onun donunda (suretinde) gelirdik"der. 

       Jean-Christophe Grange'ın Taş Meclisi'ni okuduğumda bu hikaye aklıma gelmişti. Hacı Bektaş Veli 1209-1271 yılları arasında yaşadığı söyleniyor. Bu kitabın ilk yayınlanma tarihi 2000 yılı. Okudunuz mu bilmiyorum. Okuduysanız ne dersiniz yazar bu hikayede anlatılan olaydan etkilenmiş olmasın? ;)


       Buraya geldiğimizde hava yağışlı idi. İlk gelenler arasındaydık. Hatta Hacı Bektaş-i Müzesinin açılması için biraz bekledik de diyebilirim. İlk girenler arasında olmama rağmen çok ta rahat rahat fotoğraf çekemedim. Girdiğim andan çıktığım ana kadar sürekli dua okuyordum.  Burası alevilerin, sunnilerin hemen herkesin sürekli uğradığı bir yer olduğundan hemen kalabalıklaştı. Fotoğraf çekmek yasak olmadığı halde gelen diğer kişiler rahatsız olmasın diye uygun koşullar oluştuğunda çektim. Bu yüzden bazı yerlerin resimlerini hem bu sebepten hemde süremizin yetersiz olmasından çekemedim.

Yapı Üç Avludan oluşmaktadır: Burası 1. Avlu (Nadar (Altın) Avlusu): Çatal Kapı 

        Burası 2. Avlu (Dergah Avlusu); Arslanlı Avlu: Burda (özellikle alttaki fotoğrafın görüş alanının tam tersinde Arslanlı Çeşme var. Böyle tersinden anlatıyor muşum gibi oldu. Biz gezmek için oradaydık ama ibadet etmek için gelenler de vardı orada onları rahatsız etmek istemedim.) Arslanlı çeşmenin fotoğrafları burdan görülebilir. 




      Müzenin İçi bu şekilde. Bu yerde 12 post olduğu söyleniyor (ben saymadım. ). Herbir post bir makamı temsil ediyor. Benim ninelerim dedelerim eskiden kesilen kurbanların postlarını değerlendirip namazlı yaparlar üzerinde kılarlardı. O zamanlar postun üzerinde namaz kılmak inanılmaz çekici gelirdi bana. 




       Bunların bulunduğu eve Meydan Evi deniyor. Eskiden köydeki evlerde böyle kapaklı olmayan kapları koymak için raflar olurdu. Burada tam bir nostalji yaşadım. O eski anneanneme kaçıp gittiğim günler aklıma geldi. :)


       Normalde ben tam  bu şekil tavanlı evlere alışkındım. Doğu Karadeniz'de eskilerden kalan ahşap evlerde bu tür tavanlar vardı. Sonra yapılan tavanlarda düz tahta şeklinde yapılmaya başlandı. Günümüzde is betondan... :)

       Ama bu alttaki tavan inanılmaz etkileyici... Kalın ahşap girişlerin üst üste konulmasıyla oluşturulan kare biçiminde kubbe görünümlü bir tavan... Bu tür tavanlara 'Kırlangıç Kanadı' deniyor.  İnanılmaz güzel... Meselâ üstteki tavan düz ama bu farklı. Bunun tasavvuf inanışında yedi kat göğü temsil ettiği söyleniyor.

       Gittiğimiz her yerde istisnasız kapılar alçaktı. Eğilerek giriliyor. Hacı Bektaşi tasavvufunu bilenler zaten kapıların alçak olmasını dert etmez. Çünkü onların bunun neden yapıldığını bilirler ve saygı ile eğilerek kapıdan geçerler. Biz bilmeyenler ise bilmeden eğilerek geçeriz Sonrada "Allhah Allah neden bu kapıyı bu kadar alçak yapmışlar." deriz :) Sonuçta eğilerek geçmiş oluruz. Birde kapı eşiklerinde (herbirinde olup olmadığından emin değilim) kimileri belli mezarlar olduğu söyleniyor. O yüzden buralarda durmanın uygun olmadığı söyleniyor.



       Hacı Bektaş Veli'nin Türbesi, Müzesinin, Balım Sultan Türbesinin ve daha bilmediğim yapıların bulunduğu bu bahçe inanılmaz bakımlıydı. Genel olarak ta çok bakımlıydı. Her yer tertemizdi. Elbette bunda burasının aynı zamanda ibadet edilen bir yer olmasının büyük bir etkisi var. 

       Bu bir karadut ağacı. Horasandan geldiği Hacı Bektaş Veli zamanında da olduğu ve 7 asırdan beri meyve verdiği söylenir. Ölüm tarihinden itibaren hesaplarsak ve hala meye verdiği düşünülürse şimdi 9 asır olmuştur.  Karadut ağacı ile Hacı Bektaş Veli arasındaki bağı Aşık Paşa'nın Vilayetname'sinde anlatmış. Buna göre Hoca Ahmed Yesevi Hazretleri ocaktan aldığı ucu yanık dal parçasını (Karadut dalını) Anadolu'ya doğru fırlatıyor ve Hacı Bektaş-i Veli'ye "Git dalı bulduğun yerde bulunan halkı aydınlat" demesi üzerine o da Anadolu'ya gelmiş ve dalı Sulucakarahöyük'te bulduğu ve onu ektiği söylenir.



       Ben orda gezerken birisi beni uyardı. " Burda kahveci Baba Türbesi var" dedi. "Ne?!!". "Evet burda Kahveci Baba Türbesi var." İnanamadığımı görünce böyle tekrar etme gereği duymuştu. Çünkü Arslanlı çeşmenin hemen önündeydi ve o kalabalıkta beni uyardılar da dikkatlice oradan geçtim. Diğerleri üzerinden geçiyordu. Onlar da benim gibi girer girmez bir Türbe ile karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Bilselerdi zaten geçmezlerdi.



        Burası Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük emeği olan Hacı Bektaş-i Veli'nin Türbesinin olduğu yer. Çocukların böyle cıvıl cıvıl ortalarda olması bana "Camide namaz kılarken, arka saflarda gülüşen, koşturan çocuk sesleri yoksa, gelecek nesiller adına korkun." sözünü hatırlattı.




Hacı Bektaş Veli'nin hayali ceylanla aslanın bir arada yaşayabildiği bir dünyaydı. Yani tüm zıtlıkların bir arada ahenk içinde olduğu bir dünya. 
"Madde karanlığı, âkıl nûru ile;
Cehalet karanlığı, ilim nûru ile;
Nefis karanlığı, marifet nûru ile;
Gönül karanlığıda, aşk nûru ile aydınlanır"
            Hacı Bektaşi Veli  

İlime, İlim öğretmeye ve ilmin öğretilmesine büyük önem vermiştir. Nerdeyse bütün sözleri ilimle ilgilidir. "Kadınlarınızı okutunuz. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır. En yüce servet, ilimdir" gibi




18 Ağustos 2016 Perşembe

   

Neden Kitap Okunmaz...


       Hep söylenir "Türkiye'de kitap okuma oranı az."  Peki ben bir Türkiye vatandaşı olarak neden kitap okuyamıyorum? Neden kitapa ısınamıyorum ya da kitaba başlayıp bitiremiyorum? Halbuki kitap okumayı çok seviyorum.




        Sorun hep okurda mı aranır. Okur-yazar oranınının %95.78 olan bu ülke vatandaşlarını hafife almamak gerekir. Okumuyorlarsa geçerli nedenleri vardır. Bende bu %95.78 içindeki okurlardan biriyim. Üstelik ben kırgınlıklarımı, sevinçlerimi, üzüntülerimi, sevinçlerimi, kızgınlıklarımı kitaplardaki farklı dünyalarda dengeleyen bir insanım. Yalnızlığımı başkalarının varlıklarında değil kitapların sayfalarında unutan biriyim. Benim için kitap, hava, su barınacak yerden sonra gelen en temel ihtiyacım.

       Böyle olmasına rağmen neden kitap okuyamıyorum? Gerçekçi bahaneler var tabii ;)

        *Yorgun veya dolu bir zihne sahip olabilirsin. Neden olmasın. Boş bir zihne ancak yataktan kalktığım bir iki saniyede sahip olabiliyorum. Sonra... Sonrası hayata kaldığımız yerden devam. :) Hayat mücadelesinde insanın boş bir zihne sahip olması büyük bir lûtuf. :)

        *Belki de uygun bir yerde değilsindir. Hiçbir zaman sürekli aynı yerde değili-m-z. Muhakkak günün haftanın ayın herhangi bir saatinde uygun koşullar meydana geliyor. Ayrıca okumak için çabalamak gerektiğini biliyorum.  Şöyle bir örnek vermek istiyorum. Farklı coğrafyaları görmeyi bilmeyi çok istiyorum. Kendimi bu konuda geliştirmek için gezi bloglarını takip ediyorum.  Bu konuda blog yazan bloggerlerin tecrübelerinden, fikirlerinden, tavsiyelerinden faydalanmak istiyorum. Ne yapmalıyım? Onları çaya davet edemem. (İnşallah tanışınca neden olmasın. İlk etapta imkansız :)) Ancak onlardan onlarla ilgili makaleleri, haberleri, eğer çıkardılarsa kitaplarını okuyarak faydalanabilirim. Bunun için uygun ortam kollayamam uygun ortam oluşturmalıyım. Zaten durduramıyorum kendimi. Farkında olmadan bir bakmışım bir bloggerin bloğunda bulmuşum kendimi. :)

       *Mesajlaşmak, oyun oynamak, televizyon izlemek varken kitap okumak çok eğlenceli değil. Birincisi gerçekten çok eğlenceli kitaplar var. Önemli olan o eğlenceli  kitabı bulup, kitaptan eğlenerek maksimum faydayı elde edebilmek. Bunu sonrasında ise vaktimi boşa harcamadım diye vicdanım rahatlıyor. İkincisi beni bilen bilir. Ben cep telefonunu özellikle telefonu seven biri değilimdir. Yüzyüze iletişimi daha çok seviyorum. Her zaman konuşmam gereken kişiler yanımda değiller. Onlarla görüşüyorum. İşte de çok kullanıyorum. Aynı şekilde mesaj göndermek için de kullanıyorum. Yani diyeceğim evet telefonda ve telefonla çok zaman geçiriyorum. Televizyon pek izlemiyorum. Oyun da oynamıyorum. Bu ikisinin yerini tutan ve daha fazlasını sunan internet var. Gerçekten bunda da çok vakit harcıyorum. 

       *Önyargılarım var. Evet var. Her kitaba başlayacağım zaman nasıl bir kitap bana ne kadar faydalı olacak diye bir türlü başlayamadıklarım var. Bunu, klasiklerle ve daha önce kitabını okuduğum kişilerin yeni kitaplarıyla ya da çok okunanları okuyarak  aştığım çok olmuştur. Bu arada laf aramızda çok satılanlara aldanmamak lazım.;)



       Başta da söylediğim gibi "Benim için kitap; hava, su ve barınacak yerden sonra en temel ihtiyacım." Hal böyle iken kitabın kendisine  ve çevreye bağlı olarak istediğim sıklıkta ve hızda kitap okuyamıyorum. İşte benim Kitaptan kaynaklanan okumama nedenlerim.

       -Kitabın anlatım dili: Samimi olayım derken çok laçka olanlar var. Geyik yapayım derken abartanlar var. Bir bölüm okuyorsun (en az 10 sayfa) sana lazım olacak bilgi bir satır kadar ya da olmaz. Laçkalığın dışında kitapta bulunan bilgiler hemen her yerde...

       -Kiapta bilinmeyen kelimelerin fazlalığı: Aslında bu, okuyan kişinin kelime hazinesi henüz o kitabın seviyesinde olmadığını gösterir. Bunu eskiler sayfanın altında açıklamalar kısmında muhtemel bilinmeyen kelimelerin anlamlarını vererek kısmen çözüyorlardı. Gerçekten çok faydalı oluyordu. Bana göre; bu, büyük bir alçakgönüllülükle, okura verilen değerin göstergesidir. "Seni önemsiyorum. Beni anlamanı istiyorum." mesajı veriyor. Kaldı ki eskiden kullanılan kelimeler için sözlüklerden de faydalanılabilinir.  Bu dün ile bugün arasında bir ortayı bulma çabasıdır. Türkçe yaşayan, gelişen ve değişen bir dil. Her gün yeni kelimeler türüyor. Özellikle genç nesil arasında... Çoğu zaman sözlüklerde yetersiz kalıyor. Bırakın dün ile yarın arasında orta noktayı bulmayı bugün ile yarın arasında orta noktayı nasıl bulacağız.? :)

       -Çoğu zaman konunun dışına çıkılması: Eğer "Zerdali Ağacı ve Meyvesi" hakkında kitap yazılmışsa bence "Denizdeki Balık Çeşitleri" başka bir kitabın konusu olmalı. Okur "Zerdali Ağacı ve Meyveleri"ni merak ediyorsa ne yapsın Denizdeki Balık Çeşitlerini"...

      - Kitap kapağı ile içeriğinin uyumsuz oluşu: Bir kitapçıya gidiyorum. Önce bütün kitaplara göz gezdiriyorum. İçlerinden birkaç tanesi ilgimi çekiyor. Değişik sebeplerle kitap sayısını 1'e indiriyorum. Kitabın adına bakıyorum. Güncel, iddialı, hafif iğneleyici ve içinde belli belirsiz mizah olduğu anlaşılıyor. Tamam adından etkilendim. Kitabın arkasını çeviriyorum. Yorumlarda yada konusu da tam beklediğim gibi tatminkâr. Emin olamıyorum. Değişik sayfalarda birkaç paragrafa göz atıyorum. Tamam artık satın alabilirim. (Bu süreç genelde aklımda kitap almak yokken işleyen süreç)
Eve geliyorum ilk on sayfadan sonra tam bir hayal kırıklığı... Neden? Çünkü kitabın kapağı sattırmaya yönelik tam bir profesyonel ticari zekâ ürünü (Kitabı aldım mı aldım. :)) Peki içeriği ilk on sayfasından sonrası (ilerleyen sayfalarda yine tamam okumaya devam etmeliyim dedirten ince nüanslar var) ama tüm acemiliği ile yazarlar dünyasında yer edinmeye çalışan yeni yetme yazar görüntüsü.  (Bu konu ile ilgili bir kitabı ele alarak örnekli yazı yazacaktım. Fakat böylesinin daha iyi olacağını düşündüm.) Bence kitap, kapağında vaat ettiğini karşılamalı. Kitap kapağı ile içeriği birbirini dengelemeli. Bana göre bu tür kitap yazarları yazarlık kariyerlerinde orta ve uzun vadede ancak okurlarla kendileri arasında engel oluştururlar. Bir daha aynı yazarın kitabını almak ister miyim? Beni bir şekilde ikna edene kadar hayır...

       - Kitap konusunu okurun zihninde canlandıramaması yada tam olarak açıklanamaması: Buna okuru ters köşe yapacağım derken kendini kaybetme de denebilir. bu yüzden Stephen King'in  iki kitabını okuduktan sonra Stephen King okumayı bırakmamın sebebi.

      -Aşırı betimleme kullanılması: Okurken yoruyor. Kitabın üçte birini geçtin hala odanın içininin tasvirini geçemedin ki olaya gelesin :) "hıı, tamam, eee nolmuş" dedirtiyor. Hele de tüm bu betimlemeler konuya ve karakterlere hiçbir katkısı yoksa yazar için boşa harcanan emek, okur içinse boşa harcanan zaman.
     
       -Cümlelerin aşırı uzun olması, aşırı devrik cümleler kurulması: Aşırı uzun cümleler beni çok yoruyor. Cümlenin sonuna  geldiğimde "Ne demek istedi. Dur bir daha okuyayım" diye kaç kere başa döndüğümü unuttuğum cümleler oldu.

      -Aşırı derecede cümlelerin yarım bırakılması: Açıkçası bana göre yazarın okura "işte gerisini sen düşün" diye görev verip kolaya kaçmasından başka bir şey değil. Arkadaşlarınızla oturmuş aynı paragraf üzerinde tatlı talı muhabbet ediyorsunuz. Herkes kendi hür iradesiyle farklı farklı sonuçlar çıkarıyor. Gönül isterdi ki yazar da aynı konuda fikrini söylese :))  Ama dozunda yarım bırakılan cümleler okura büyük bir haz verir. Tıpkı okurla yazarın paslaşması gibi... Zaten bir okur olarak ta istediğim budur.





       - Kitabın işleyiş şekli: ( Eğer buraya kadar okuduysanız "Ya ayşe nerden buluyorsun böyle enteresan noktaları..." dediğinizi hisseder gibiyim :)) Benim bildiğim kadarıyla romanların kurgusal sıralama üç temel ana kaynağı var. Zaman, olay, karakter. Bunlardan ya bir tanesi ile yada ikisi ile kurgu sıralama oluşturuluyor. En bilinen ve kendinden nerdeyse çok bilinmeyenli denklem çıkartılan kurgusal sıralama olaylardır. Ya zamandan çok bilinmeyenli kör düğüm oluşturulmak istenirse... Yazar bile neyi nasıl anlatmak istediğini karıştırabilir. :) Romanda bir bakıyorsunuz gelecektesiniz, anlamadığınız şekilde geçmişte bir dönemde dejavunun tersi misali bugünü yaşıyorsunuz. Ben 400 sayfalık bir romanın ancak sonuna yaklaşırken zamansal kurgusunu çözebildim. Yazar da okuyucusunun yaşamış olduğu bocalamayı farketmiş olmalı ki satır arasında açıklama gereği duydu. O farklı bir şekilde anlattı ama ben çok basit bir şekilde anlatacağım. Günün zamansal sıralama kurgusu sabah, öğle, akşam, gece sonrasında yine sabah. Yazar önce akşamı sonra sabah, öğle devamında bu defasında ayrıntlı yine akşam anlatılıyor. Bu sıralamaya renk, ahenk katmak için fi tarihinden minik minik ayrıntılar ekliyor. vs.vs. vs. bunu yazarken bile zorlanıyorum :)

       Aslında yazı bu kadar uzun olmasaydı kitabın kendisinin  dışında kitapa bağlı olmayan kitap okuyamama nedenlerimi de yazardım. Şimdilik benden bu kadar...



       Bu arada bloğumu ziyaret eden, beni bloğumda yeni paylaşımlarda bulunmaya zorlayan görünen görünmeyen tüm takipçilerime teşekkür ederim. Allah'a emanet olun.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Aşkın Gözyaşları (Mother of Thousands)


       Herkese yeniden merhaba... Öncelikle ülkemizde yaşayan herkese çoook çok geçmiş olsun. Ben bu bloğu oluştururken sadece kendimle, kendi yaptıklarımla ilgili her türlü resim yazıyı geçmişte benimle birlikte anılarda değil de (ve ilgilenen herkesle) burada paylaşmayı düşündüm. Yarın belki çocuklarıma gösteririm diye. Çünkü dün yaptıklarımı bugün yapamıyorum Şartlar değişti, ortam değişti, bizler değiştik ve ilerde yaşlanacağım yani her halükarda yapamayacağım. Bu yüzden bunun dışında herhangi farklı bir içerik paylaşmayacağım. Sadece şunu söyleyeceğim; geçen hafta benim için çook kötü geçti. İnanamadım, şaşırdım, olamaz dedim, böyle bir halkın parçası olduğum için gururlandım. İrademe, seçimime, seçtiğime müdahale edildiği için kızdım... Yani söylenecek çok söz var.... Kalbleri birbirine ısındıran Allah'tır. Kalpler Rabbimin elindedir. Rabbim bizi birbirimize döndürsün ve birbirimizi birbirimize sevdirsin. Rabbim birliğimizi korusun ve sağlamlaştırsın.


Bir çin atasözü;

Bir gün mutlu olmak istiyorsan içki iç...
Bir hafta mutlu olmak istiyorsan evlen...
Bir ay mutlu olmak istiyorsan evlen...
Bir ömür boyu mutlu olmak istiyorsan toprakla uğraş...
Bir ömür boyu mutsuz olmak istiyorsan insanlarla uğraş...

ben de toprakla uğraştım vakit buldukça...

Bir çiçekten bahsedeceğim. Çook güzel bir çiçek değil (tabi ki renkler ve zevkler tartışılmaz) ama çoğalma şekli çok farklı geldi bana... sadece yaprağının kenarında yavrularının sıralanması bile çook güzel ve etkileyici...

Hangi çiçek acaba???

Aşkın Gözyaşları Çiçeği


       Önce kendini gördüm. Çok beğendim tabi ki yaprağının kenarındakilerle görmüştüm. Çiçeği henüz yoktu. Adını sordum. Aşkın Gözyaşları Çiçeği dendi. Ve bende "bu çiçek bende de olmalı "dedim. Bir dalını alabilir miyim dedim. Elbette dediler. Hatta kendisini vereceklerdi de fazla olurum diye dalını aldım. Fazla istekli oluşları içime kurt düşürdüler :)

       Adı da değişik geldi. Başka bir adı da var mıydı acaba dedim ve internetten araştırdım.  Tabi ki vardı :) Aşkın Gözyaşı Damlası, Gelin Gözyaşları, Gözyaşı, Kuluçka Çiçeği. Bir de ingilizcesine baktım. O da ne? Mother of Thousands (Binlercesinin annesi (cuk diye oturmuş)), Devil's Backbone (başka bir bitkiyle ortak kullanıyorlar bu adı), Alligator's Tongue ve Mexican Hot Plants. Hani sadece bizde vardı. Neymiş sadece halk dili bizde yokmuş. :) Bitki biliminde acaba adı ne? Latince adına baktım Kalanchoe Daigremontiana. Farklı türleri de var. Bu bitkinin anavatanı Madagaskar. Sukulent tipi bir bitki.Yani Etli yapraklı... örnek vermek gerekirse kaktüsgillerden...

       Bu bitkinin bakımı çok kolay. Çok fazla su sevmez. Toprak türü ise ayırt etmez. Toprağı koklasa hemen yeşeriyor. Özel ilgi beklemiyor. Ben çok nadir gübrelerim bitkileri. Araştırdığım kadarıyla çok su sevmediği  gibi gübreyi de çok sevmiyor. Konulacaksa çok az konulması yetiyor. Ben gübre olarak yanmış (asidi gitmiş) hayvan gübresi kullanıyorum. Ama inek. Bir keresinde Koyun gübresi kullanmıştım. Çok daha faydalı diye. Çok pişman olmuştum çok sinek yaptı. Bir evin içi. Tahmin edin. Hemen yarısını döktüm üzerine normal toprak koydum. Havayla olan bağını kesince sinek te kalmadı. Bitkilerime de iyi gelmedi. Eski yönteme geri döndüm.:)
                  


       Çoğalması da bakımı kadar çok kolay.Yaprağının kenarında yeşil güllere benzeyen tomurcukları var.Yakından bakınca aynı zamanda köklerinin de olduğunu görürüz.




     Bu kısmı koparıp başka bir saksıya kökleri toprağa değecek şekilde koymamız yeterli.Ben en üsten ikinci şekilde ki gibi bir dal almıştım. Sonra köklensin diye su dolu bardağın için koyup benim Kılıç çiçeğimin yanına koydum. Hafiften Kılıç Çiçeğine doğru duruyordu. Şeklinden dolayı. Birkaç tomurcuğu bizim Kılıcın dibine düşmüş


        Hatta böyle kupkuruyken yeşermeye başlamış. Ben büyüyebilecekler mi diye dokunmadım.






       Sonra suladıkça bu hale geldi. Özellikle bu çiçekler için sulamadım. Kılıçlara göre suladım. Onlarda çok su istemiyor. Bir şey farkettim. Bu çiçekler direk güneşi sevmiyorlar. Hemen hoşlanmadıklarını belli ediyorlar. Ya yaprakları renk değiştiriyor ya kuruyor ya da yumuşaklaşıyor.  Aşkın göz yaşları çiçeğinden kız kardeşime bahsettim. O bir gerçek çiçeksever. Hiçbir şey alma canlı çiçek al o kadar yani. Onun da ilgisini çekti. Bende istiyorum dedi. Bende ne demek dedim. Veririm dediğimde çok küçüklerdi. Oda arkadaşlarına  söz etmiş ve vereceğini söylemiş  Saksıda üç kök vardı hepsini verdim. Vermeden önce dokundukça değdikçe gözyaşları döküldü. Nasıl olsa gözyaşları bende kaldı. :)

       Sonra bunları tek tek topladım. Bir gün önce suladığım ve dinlendirdiğim toprağı saksıya koydum. Düzledim.




       Aslında bu saksı değilde saksı altlığı. Çünkü çiçekler belli bir boya geldiklerinde hediye etmeyi düşünüyorum. Nasıl etmeyeyim. :)


       Topladığım tomurcukarı sadece bu toprağın üzerine bıraktım. Sokmaya çalışmadım. Bastırmadım. Köklerine duruş şekline ve aralarında belli bir mesafe bırakmaya özen gösterdim.



       Bu halleri bile çok güzel. Çiçek daha bardakta iken çiçek açmıştı. (Utandırdı beni) 



       Renkleri, dizilişleri, şekli çok tatlı. Bu hali çok hoşuma gitti. En kısa zamanda bir saksıya ekmem gerektiğini düşündüm. Yavrucukları ondan daha şanslıydı şüphesiz... :)

Yine bir çin atasözü ile kapatalım.

"Elinizde 2 kuruşunuz kaldıysa, biriyle bir somun ekmek diğeriyle bir çiçek alın"

Hayırlı  haftalar....

21 Haziran 2016 Salı

Kişiye Özel Tarihi Gerçeklik: Günlükler




       Bilmiyorum hiç günlük tuttunuz mu? Ya da hayatınızı etkileyen güzel bir olayı yazarak ölümsüzleştirmek istemiş miydiniz ya da ister miydiniz?

       Eğer günlük tutmanın gereksizliğine inanıyorsanız; arkadaşlarınızla, ailenizle, çocuklarınızla ya da torunlarınızla ya da herhangi biriyle oturup muhabbet ettiğinizde eskilerden özlemle bahsettiğiniz anlar hiç mi olmadı. Gerçekten tecrübelerinize inanan ve onlardan faydalanmak için içi giden kişilerin bilmesini istemez miydiniz?

       Ben başkasının samimi olumlu-olumsuz tecrübelerini dinlemek isterdim. Hatta mekan ve zamana bağlı kalmamak için okumak isterdim. Başarılı insanların çalışma hayatlarını, sosyal ilişkilerini, karşılaştığı problemleri çözme yöntemlerini, zevkleri hatta dinledikleri müzikleri bile bilmek isterdim. Bunlar Bruce Lee'nin not defterinden;


Resim shebloggedbynight.com alındı.


Resim rebloggy.com alındı.

       Peki bu şekilde günlük yazan ve onu bastıran kaç kişi vardır? Bilmiyorum. Bastırmayı düşünen var mıdır ondan bile emin değilim. Şairler, Seyyahlar, hatırat yazarları ya da kişisel blog yazarlarından bahsetmiyorum. 

       Ben de hayatımın bir kısmını atlatarak, bir kısmını yaşayarak, bir kısmını akışına bırakarak geçirdim ve geçiriyorum. Hayatımda bir dönem var ki aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak isterdim.  Bu dönemi unutmamak için de günlük tutmuştum. Günlük ya...  bir başkasının eline geçmesin diye de saklıyordum. Hatta olur da birinin eline geçer diye isimleri tamamen, olayları hafiften değiştirerek (!) günlük tutmuştum. Yıllar sonra o günlüğü elime alıp okuyunca isimlere bakıyorum buda kim,.. olayların örüntüsüne bakıyorum imkansız... yani kendi yaşadıklarıma -günlüğün etkisi ile de- o kadar yabancı olmuşum ki daha bir kac sayfada sıkılmıştım. Sonradan farkettim ki o anda yazma gereği duymadığım nasılsa unutmam dediğim ayrıntılar olmadan o kadar kopuk olmuştu ki anlatamam. Olaylar birbiri ile ilgili değil neyi neden yaptığımı anlamadığım bir sürü ilgisiz şeyler yazmışım. Sadece sonuçlarını onları da yarım yamalak yazmışım. Yani inanılmaz amacına hizmet etmeyen bir günlük tutma deneyimiydi. Tabii ki böyle bir günlükten de bahsetmiyorum :))

       Peki tüm bu anlatılanların ya da günlüklerin Güç ile ne alakası var? Bence Günlükler çok masum görünümlü büyük bir güç (olabilir-di).  Nasıl mı? Eğer günlük tutmak  bir zorunluluk olsaydı kişilere hapsolmuş örtük bilgileri keşfetmek yerine onları kullanarak yeni bilgiler üretilebilirdi. Bilimin her dalında büyük bir atılım olabilirdi. Hala pek çok tarihi eserin nasıl yapıldığı bilinemediği düşünülürse... Ne kadar kestirme yol olurdu. Bu gün Mimar Sinan'nın günlüğünü okumak istemeyecek bir mimar olabilir mi? Mesela burdaki bilgiler gibi yaşamı boyunca bu günlüklere kayıt ettiği bilinseydi...   Bu kişiye bağlı örtük bilgiler meslek sırrı olarak kendileriyle birlikte yok olup gidiyorlar. Ne kadar bencilce... Ne kadar savurganca dimi.

       Dahası yine bu günlüklerden çok merak edilen Osmanlı İmparatorluğunun Saray Yaşantısını, eğer halktan okuma yazma bilen vardıysa günlük yaşamını, zevklerini,  alimlerin, siyasetçilerin yaşamlarını, düşünce biçimlerini -yerli yabancı pek çok yazarın herhangi net bir bilgi sahibi olmadan yazdıkları Osmanlı/Harem yaşamının tüm inceliklerini -Çanakkale Savaşı sırasında yaşanılanları olduğu gibi aktaran binlerce farklı farklı kaynağımız olurdu. Müthiş bir tarih arşivimiz olurdu. I.Dünya savaşı sırasında yaşanan -bizim bilmediğimiz de dahil- bedeli ağır ödenen binlerce hayat tecrübesi yok olup gitmeyecekti.  

      Gittikçe okur-yazarın oranının arttığı dönemlerde bilerek, isteyerek ve faydasına inanarak günlük tutan kişilerde; tarih bilinci oluşacaktı ve Osmanlının kütüphaneleri, tutmuş olduğu onca kayıtları, belgeleri vagonlara yüklenerek yurt dışına gönderilerek kimileri ilgisiz kişilerin aline geçmeyecek kimileri de yakıt olarak kullanılmayacaktı.

Şimdilik herkese Hayırlı Ramazanlar, Mutlu Yarınlar...



   
      
     


     

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails